Anadolu topraklarının kültürel ve insani yönünü ifade edebilmek için şöyle bir hikaye anlatırlır; Tıp fakültesinden yeni mezun olmuş genç bir hekim, Anadolu’nun bir şehrine görevlendirilir. Henüz kalacak bir yer bulamadığı için, indiği tren istasyonunun yanındaki bir eve misafir olur. Ev halkı onu sıcak bir misafirperverlikle karşılar, ikramlarda bulunur. Yorulan genç hekimin uykusu gelir; fakat evde kimsenin yatmaya hazırlanmadığını görünce dayanamayıp,
“Anneciğim, burada kaçta yatılıyor?” diye sorar.
Evin hanımefendisi gülümseyerek,
“Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz,” der.
Hekim merakla,
“Trenden tanıdığınız biri mi inecek?” diye sorar.
Yaşlı kadın, sükûnetle şu cevabı verir:
“Hayır evladım. Burası uzak bir yer. Yabancı bir yolcu inebilir. Bu saatte ışığı yanan bir ev bulamazsa sokakta kalır. O yüzden bekliyoruz.”
Genç hekim, bu sözlerle adeta iliklerine kadar sarsılır. Çünkü bu bir rivayet değil; Anadolu insanının içinde saklı duran gerçek bir cevherdir.
Sokak hayvanları ve kuşlar için kapı önlerine bırakılan su ve yiyecekler,
Evlerin duvarlarına kuşlar için açılan minik yuvalar,
Mahallenin ortak evladı sayılan bebekler,
Ve tren yolcuları için ışığını açık tutan evler…

Sahi, bunlar hâlâ var mı?
Bugün Anadolu’ya baktığımızda ne görüyoruz? Yardımlaşma ve insaniyet adına yarışan güzel insanları mı, yoksa tahammül göstermekten dahi aciz, birbirine uzaklaşmış insanları mı?
Çocukların güvenle komşuya emanet edildiği günlerden, bir bardak çay içmek için bile kapısını çalamadığımız günlere geçişimiz ne kadar da hızlı oldu. Bu hız öylesine baş döndürdü ki komşular artık birer potansiyel düşman gibi görülür hale geldi.
Eskiler, komşuluğun önemini anlatmak için “Ev alma, komşu al” derlerdi. Ne kadar değerliymiş ki komşuluk, bir evden daha kıymetli görülüyordu. Oysa bugün, aynı apartmanlarda oturup birbirinin yüzüne bakamayan yabancılara dönüştük.
Artık birine yardım için açık bırakılan o ışıkları göremiyoruz. Belki de komşuluk bitmiştir… O halde son cümle olarak şöyle diyelim ”İnsanlık da bitmedi ya..!!”